18 Ekim 2007 Perşembe

BLOGLAMAK YADA LAMAMAK
“Üç ayda en az yirmi adet yazı yazmak...” İlham perisini oldum bittim severim ben. Ama kendileri sofrayı toplarken, çamaşırları makineye tıkarken veya müşterinin en az yarım saat boyunca konuşup da anlatamadığı talebini anlamak için uğraşırken uğramıyor yanıma. Yazı yazmayı seven biri ve bu eyleme saygı duyan biri olarak blogger olunca sevinmiştim .Bilgisayarı sadece software kullanıcılığından öteye geçiremeyen şahsıma, yazılarımı yayınlayacağım çok hoş bir düzenleme yapmıştı. Tabi ki görür görmez atladım ve ıkına sıkına altı adet gelebildi elimden. Tamam ilham perisi ki ben Semiye diyorum kendilerine gelse de gelmese de , bloklalamak adına yazacağım ....Diğer taraftan “kes-yapıştır” yasak.Doğrudur, en kolay aşırma fikri aşırmaktır.Yazıyı emek olarak görenlerin de bu uygulamaya saygı duyması lazımdır. Ancak bloğumda yeralanDüşünceler-Bertrand Russell-Cem Yayınevi-1972 adlı yazının hiçbir yerine dokunmayacağım çünkü bu benim başucu kaynakçam ve ben ondan daha çok ekmek yemeği düşünüyorum. Örnek mi ? Yazıdan alıntı yapalım “ Wyatt :Şimdi ikinci öğeyi alalım. O neden önemli?
Russell :Alıştığınız yaşama koşullarına göre değişir. Eğer az, çok yoksul yaşamaya alışmışsanız, fazla bir gelire ihtiyacınız olmaz. ama, pek zengin yaşamaya alışmışsanız, geliriniz çok büyük olmadıkça mutsuz olursunuz. Yâni, alışık olduğunuz hayata bakar bu”.... Russel amcam 1972 yılında bugünü görmüştü ve ben bu öngörüyü evlilik hazırlıkları içindeki genç taksici arkadaşların trafik sıkışlığı nedeniyle sık sık paylaşırım. Konuşma şöyle başlar:
-Abla, benim annem teknede çamaşırımız yıkardı, evde yoktu ki çamaşır,bulaşık felan makinesi....
Cevap:
- Senin baban da her yere taksiyle gidip elinden cep telefonu ile gezmiyordu değil mi ? Sende müstakbel eşini annenle kıyaslama istersen..
( Bu arada iç ses “Nenen çarık giyerdi bunları unuttin mi? Diyerek horon tepmektedir)
Görüldüğü üzere başvuru eserime başvurarak aktardım günlük hayatım. Artık son sözü söylemek vakti :YAZMAK YAŞAMAKTIR

16 Ekim 2007 Salı

ÖĞRENCİ TADINDA EĞİTİM, EDEBİYAT

Sakin bir iş gününde güvenlik görevliniz yanınıza gelir ve;

-Aşağıda yaşlı bir hanım var “Kadın Müdürünüzü görmek istiyorum” diyor,hani affedersiniz biraz....

Güvenlik görevlinizin altı senelik mimikleri size çok şey ifade ettiği için, yüzüne dikkatlice bakıp

-Kokoş bir hanım mı ?

sorusunu sorarsınız . Yanıt evet anlamında kafa sallamadır.

- Yolla gelsin!

dersiniz kanıksamış bir ifade ile....

Beş dakika sonra, kokoş sıfatına hiç uymayan, İngilizlerin adaları gibi hiçbir şeyi dikkat çekmeyen, gözü yormayan, insanın kanını kaynatmayıpta, “The great British invention: Fish and Chips” tadında, kaba olmak istemiyorsanız zarif ve sade sıfatları ile anabileceğiniz Teyzem kapıda belirdi.


Ağzını açıp gülümsemenizi istedi, kendini tanıttı. Şimşek hızıyla görüntüyle ters orantılı kokoş ifadesini muhakeme ettiniz aklınızda. Surette hiçbir kokoş falsosu yok iken, havada uçuşan kelimler aksansız,tonlama sakin ve didaktik vurgular yerindeydi. Güvenlik görevlinizi yanıltan konuşma tarzıydı, elbiseleri değil. Aldığınız gülümse komutuna haklı bir gerekçe bulduğunuz içten kocaman bir sırıtmayla karşılık verdiniz Teyzenize. Didaktik ifade kaçınılmazdı çünkü bir öğreticiydi karşınızdaki, yaşı,mesleği yıllarca yurtdışında kalmışlığın acısıyla konuşuyordu. Konuştukça da açılıyordu. Türkçe hasretini evden çıkarken sızımsızım hissetmiş birisi olarak hoşgörüyle dinlediniz ve birden konu Osmanlıca ya geldi . Evet öğrenebilirdiniz ve bir öğretici bilgisini sizle paylaşmaya arzusunu sunmuştu. İyi niyetle ders notlarınızı alıp, yemek –bulaşık, iş- fiş ve annelik- hatunluk, spor gibi terenalerinize eklediniz ders notlarını. Aşkla şevkle başlayıp “se” harfine takıldınız Aman Allah! Bu da neydi. Bir harf üç değişik şekilde yazılır; başta ortada ve sonda ve yetmezmiş gibi üç ayrı gösterime sahiptir . 3*3 =9 kombinasyon matematiksel olarak bir “s” için. Bu ne eziyettir, yahu ? Allah Atatürk ‘ünden bir milyon kez razı olsun .... DEVAMI GELECEK SAYIDA....................

YAŞAM KIRINTILARI

Uyum ve düzeni sağlamak, iş akışını bozmamak. Görev tanımına giren bu ibarelerle sarhoş bir çalışana neler yapılabilir? Kırkını geçmiş, tek ayak aksak, sakat kadrosundan işe girmiş (yıllar sonra öğrenildi) lise mezunu, boşanmış, tek başına ebevynlerinden kalan evde yaşıyordu. Ömrünün son beş yılına tanıklık ettiğim, traji-komik hikayesinde yer aldığım, hastaneye kaldırılmadan önce tek yakını kardeşini aradı mı bilmem ama beni arayıp “.... hanım ben ölüyorum ” diyen insan.


Dikkatin, emeğin en az yoğun olduğu işte çalışmaya başlayıp;

- Oğlum gel seni evlendirelim, bir kadın seni çekip çevirir, hiç olmazsa akşamları sıcak yemek yersin.

Öğütlerini veren arkadaşını hiçbir surette dinlemeyip çıkardığı hır sayesinde, ilk tanıdım onu. Tartıştığı da matah değildi hani, sonunda iş küfürlere dökülmüş, sabah akşam iltifatlara boğulan serhoş nazenini, bu gerçekçi hayat adamının elinden kurtarmak bizim görevimiz olmuştu. Daha sağ selamet bir yerlere konuşlandırırken, merak içerisinde sormuştum;

-Neden bu tür bir çalışanın yıllarca kurum bünyesinde kalmasını izin verilmişti ? Verimlilik, vizyon, misyon gibi jargonlarla kafamın etini yiyen üst yöneticilerim nasıl olmuşta değerli kıstaslarını uygulamamışlardı?

Aldığım yanıtlar tipikti;

-Biz nelerle baş ettik canım, bu hiç olmazsa terbiyeli , altılı ganyan oynayanlar, böğrü açık kabadayılık yapanlar.

Allah için terbiyeliydi, hatta terbiyenin ötesinde sesiz kendi halinde bir adamcağızdı gibi gözüküyordu. Yıllar önce işe başlamış, hoş ve işveli bir çalışanımızın gece yarısı evini basan böğrü yanık kabadayıya yardakçılık yapmaktan öte geçmişte bir vukuatı olmadığı kurum hafızasından aktarıldı.Sabahları erken geldiğimde, yukarıdaki yemekhaneden gelen “Hıss! Pısss!” gibi derin derin soluk alma sesleri ödümü koparıp, “Eyvah! Manyağın biri yukarı yemekhanede” diyerek aşağı katlara kaçtığımda, değerli nazenin serhoşun sabah jimnastiğini yaptığını öğrenmiştim. Sonra alkol daha da ele geçirdi nazenini ve bir sabah işe gelmedi. Ne arayan ne soran oldu tüm gün boyu . Ertesi günde yoktu. Tabi ki bir bayanın Bostancı birahanelerinden çalışanını toplaması mavi kanlı kurum kültürüne aykırı olduğundan sağolusun erkek yataydaşlarım, toplamaya gitti bizim nazenini. Evi, şakır şakır maaşı olduğu için etrafında bir güruh oluşmuş, “içelim, güzelleşelim” şeklinde nazenin yolunacak kaz mertebesine ulaşmıştı. Sevgisizlik, ilgisizlik, boşluklarını alkolle beraber parada örtüyordu. Dönüş sonrası ilk bir ay ortalık gene sakinken, bir gün gene gelmedi. Ertesi gün gene yok! İşte şimdi dananın kuyruğu kopmuştu. Yeni gelen en bir üst müdür

-Neden sırtımda böyle bir yük taşıyayım? dedi.

İlk iş insan kaynakları arandı ve yaş tahtaya basılarak kökeni soruşturmacı olan bir yönetici ile görüşüldü, ilk tepkisi “Üçüncü gün gelmezse, tutanağı düzenleyin ve atalım.” oldu. Telefonu kapadığımda yanımdaki yataydaşıma baktım. “Atalım” diyorlar Uzun bir yere bakma arası verdikten sonra Aklıma binlerce şey üşüştü. Evet, bir ev vardı ama başka bir şeyi yoktu . Kendini tedavi ettirmekten acizdi, birkaç kez görüşmek zorunda kaldığım ve ilgisizliği öfkemi kabartan kardeşinden de hayır yoktu. Ne olacaktı sanki sosyal bir devlette mi yaşıyordukta sokağa birini daha salacaktık. Peki ya her biri zamanında gelen elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlara ne diyecektik. Adam işe gelmiyor kafasına göre takılıyor bir müsamaha bir müsamaha. Birden kelimeler ağzıma üşüştü ve ya taydaşımla beraber;

-Yok,duralım biraz, başka çare bulalım. çıktı ağzımızdan.

Erken emeklilik, malulen emeklilik nasıl yaparız fikirleri ise bize vicdansız en bir üst müdürden geldi. Araştırdı karıştırdı beni de sonuna kadar uğraştırdı. Üç aylık tedavi sonrası elime aldığım,altı aylık istirahat sonrası yeniden değerlendirilerek maluliyetine karar verileceğini açıklayan rapordaki bulgular : karaciğer fonksiyonlarının bozukluğu, algıda zayıflama v.s. v.s. Resmi yazılardan sonra karşıma gelen ufacık kalmış, kafası kel kesik kesik konuşan nazenin. Yine erkek yataydaşlarının bin türlü nasihat ile emekli edildi ve yalnızlığına yollandı. Emekli ikramiyesi, her tür nakit bir ayda eridi arada bir evimi satacağım haykırışlarından başka bir ses çıkmaz oldu. Ve sonunda o telefon geldi: “... hanım ben hastanedeyim, ölüyorum.” Allahım neden ben? Vicdanlı görünmemek, ciddiyetimi korumak adına, mesafeli yaklaşımlarım hepsi gene çöp oldu. Ne diğer arkadaşlarını, ne onu toplayıp gelen erkek yataydaşlarımı aradı . Yukarılarda veya aşağılarda neler yapıyor,kim bilir ? Kulağıma hikayeler fısıldıyor, geçmişteki hayat kırıntıları, iç sesim gene fısır, fısır ve döküldü, şekle büründü, şimdi içimdeki sızı............