18 Ekim 2007 Perşembe

BLOGLAMAK YADA LAMAMAK
“Üç ayda en az yirmi adet yazı yazmak...” İlham perisini oldum bittim severim ben. Ama kendileri sofrayı toplarken, çamaşırları makineye tıkarken veya müşterinin en az yarım saat boyunca konuşup da anlatamadığı talebini anlamak için uğraşırken uğramıyor yanıma. Yazı yazmayı seven biri ve bu eyleme saygı duyan biri olarak blogger olunca sevinmiştim .Bilgisayarı sadece software kullanıcılığından öteye geçiremeyen şahsıma, yazılarımı yayınlayacağım çok hoş bir düzenleme yapmıştı. Tabi ki görür görmez atladım ve ıkına sıkına altı adet gelebildi elimden. Tamam ilham perisi ki ben Semiye diyorum kendilerine gelse de gelmese de , bloklalamak adına yazacağım ....Diğer taraftan “kes-yapıştır” yasak.Doğrudur, en kolay aşırma fikri aşırmaktır.Yazıyı emek olarak görenlerin de bu uygulamaya saygı duyması lazımdır. Ancak bloğumda yeralanDüşünceler-Bertrand Russell-Cem Yayınevi-1972 adlı yazının hiçbir yerine dokunmayacağım çünkü bu benim başucu kaynakçam ve ben ondan daha çok ekmek yemeği düşünüyorum. Örnek mi ? Yazıdan alıntı yapalım “ Wyatt :Şimdi ikinci öğeyi alalım. O neden önemli?
Russell :Alıştığınız yaşama koşullarına göre değişir. Eğer az, çok yoksul yaşamaya alışmışsanız, fazla bir gelire ihtiyacınız olmaz. ama, pek zengin yaşamaya alışmışsanız, geliriniz çok büyük olmadıkça mutsuz olursunuz. Yâni, alışık olduğunuz hayata bakar bu”.... Russel amcam 1972 yılında bugünü görmüştü ve ben bu öngörüyü evlilik hazırlıkları içindeki genç taksici arkadaşların trafik sıkışlığı nedeniyle sık sık paylaşırım. Konuşma şöyle başlar:
-Abla, benim annem teknede çamaşırımız yıkardı, evde yoktu ki çamaşır,bulaşık felan makinesi....
Cevap:
- Senin baban da her yere taksiyle gidip elinden cep telefonu ile gezmiyordu değil mi ? Sende müstakbel eşini annenle kıyaslama istersen..
( Bu arada iç ses “Nenen çarık giyerdi bunları unuttin mi? Diyerek horon tepmektedir)
Görüldüğü üzere başvuru eserime başvurarak aktardım günlük hayatım. Artık son sözü söylemek vakti :YAZMAK YAŞAMAKTIR

16 Ekim 2007 Salı

ÖĞRENCİ TADINDA EĞİTİM, EDEBİYAT

Sakin bir iş gününde güvenlik görevliniz yanınıza gelir ve;

-Aşağıda yaşlı bir hanım var “Kadın Müdürünüzü görmek istiyorum” diyor,hani affedersiniz biraz....

Güvenlik görevlinizin altı senelik mimikleri size çok şey ifade ettiği için, yüzüne dikkatlice bakıp

-Kokoş bir hanım mı ?

sorusunu sorarsınız . Yanıt evet anlamında kafa sallamadır.

- Yolla gelsin!

dersiniz kanıksamış bir ifade ile....

Beş dakika sonra, kokoş sıfatına hiç uymayan, İngilizlerin adaları gibi hiçbir şeyi dikkat çekmeyen, gözü yormayan, insanın kanını kaynatmayıpta, “The great British invention: Fish and Chips” tadında, kaba olmak istemiyorsanız zarif ve sade sıfatları ile anabileceğiniz Teyzem kapıda belirdi.


Ağzını açıp gülümsemenizi istedi, kendini tanıttı. Şimşek hızıyla görüntüyle ters orantılı kokoş ifadesini muhakeme ettiniz aklınızda. Surette hiçbir kokoş falsosu yok iken, havada uçuşan kelimler aksansız,tonlama sakin ve didaktik vurgular yerindeydi. Güvenlik görevlinizi yanıltan konuşma tarzıydı, elbiseleri değil. Aldığınız gülümse komutuna haklı bir gerekçe bulduğunuz içten kocaman bir sırıtmayla karşılık verdiniz Teyzenize. Didaktik ifade kaçınılmazdı çünkü bir öğreticiydi karşınızdaki, yaşı,mesleği yıllarca yurtdışında kalmışlığın acısıyla konuşuyordu. Konuştukça da açılıyordu. Türkçe hasretini evden çıkarken sızımsızım hissetmiş birisi olarak hoşgörüyle dinlediniz ve birden konu Osmanlıca ya geldi . Evet öğrenebilirdiniz ve bir öğretici bilgisini sizle paylaşmaya arzusunu sunmuştu. İyi niyetle ders notlarınızı alıp, yemek –bulaşık, iş- fiş ve annelik- hatunluk, spor gibi terenalerinize eklediniz ders notlarını. Aşkla şevkle başlayıp “se” harfine takıldınız Aman Allah! Bu da neydi. Bir harf üç değişik şekilde yazılır; başta ortada ve sonda ve yetmezmiş gibi üç ayrı gösterime sahiptir . 3*3 =9 kombinasyon matematiksel olarak bir “s” için. Bu ne eziyettir, yahu ? Allah Atatürk ‘ünden bir milyon kez razı olsun .... DEVAMI GELECEK SAYIDA....................

YAŞAM KIRINTILARI

Uyum ve düzeni sağlamak, iş akışını bozmamak. Görev tanımına giren bu ibarelerle sarhoş bir çalışana neler yapılabilir? Kırkını geçmiş, tek ayak aksak, sakat kadrosundan işe girmiş (yıllar sonra öğrenildi) lise mezunu, boşanmış, tek başına ebevynlerinden kalan evde yaşıyordu. Ömrünün son beş yılına tanıklık ettiğim, traji-komik hikayesinde yer aldığım, hastaneye kaldırılmadan önce tek yakını kardeşini aradı mı bilmem ama beni arayıp “.... hanım ben ölüyorum ” diyen insan.


Dikkatin, emeğin en az yoğun olduğu işte çalışmaya başlayıp;

- Oğlum gel seni evlendirelim, bir kadın seni çekip çevirir, hiç olmazsa akşamları sıcak yemek yersin.

Öğütlerini veren arkadaşını hiçbir surette dinlemeyip çıkardığı hır sayesinde, ilk tanıdım onu. Tartıştığı da matah değildi hani, sonunda iş küfürlere dökülmüş, sabah akşam iltifatlara boğulan serhoş nazenini, bu gerçekçi hayat adamının elinden kurtarmak bizim görevimiz olmuştu. Daha sağ selamet bir yerlere konuşlandırırken, merak içerisinde sormuştum;

-Neden bu tür bir çalışanın yıllarca kurum bünyesinde kalmasını izin verilmişti ? Verimlilik, vizyon, misyon gibi jargonlarla kafamın etini yiyen üst yöneticilerim nasıl olmuşta değerli kıstaslarını uygulamamışlardı?

Aldığım yanıtlar tipikti;

-Biz nelerle baş ettik canım, bu hiç olmazsa terbiyeli , altılı ganyan oynayanlar, böğrü açık kabadayılık yapanlar.

Allah için terbiyeliydi, hatta terbiyenin ötesinde sesiz kendi halinde bir adamcağızdı gibi gözüküyordu. Yıllar önce işe başlamış, hoş ve işveli bir çalışanımızın gece yarısı evini basan böğrü yanık kabadayıya yardakçılık yapmaktan öte geçmişte bir vukuatı olmadığı kurum hafızasından aktarıldı.Sabahları erken geldiğimde, yukarıdaki yemekhaneden gelen “Hıss! Pısss!” gibi derin derin soluk alma sesleri ödümü koparıp, “Eyvah! Manyağın biri yukarı yemekhanede” diyerek aşağı katlara kaçtığımda, değerli nazenin serhoşun sabah jimnastiğini yaptığını öğrenmiştim. Sonra alkol daha da ele geçirdi nazenini ve bir sabah işe gelmedi. Ne arayan ne soran oldu tüm gün boyu . Ertesi günde yoktu. Tabi ki bir bayanın Bostancı birahanelerinden çalışanını toplaması mavi kanlı kurum kültürüne aykırı olduğundan sağolusun erkek yataydaşlarım, toplamaya gitti bizim nazenini. Evi, şakır şakır maaşı olduğu için etrafında bir güruh oluşmuş, “içelim, güzelleşelim” şeklinde nazenin yolunacak kaz mertebesine ulaşmıştı. Sevgisizlik, ilgisizlik, boşluklarını alkolle beraber parada örtüyordu. Dönüş sonrası ilk bir ay ortalık gene sakinken, bir gün gene gelmedi. Ertesi gün gene yok! İşte şimdi dananın kuyruğu kopmuştu. Yeni gelen en bir üst müdür

-Neden sırtımda böyle bir yük taşıyayım? dedi.

İlk iş insan kaynakları arandı ve yaş tahtaya basılarak kökeni soruşturmacı olan bir yönetici ile görüşüldü, ilk tepkisi “Üçüncü gün gelmezse, tutanağı düzenleyin ve atalım.” oldu. Telefonu kapadığımda yanımdaki yataydaşıma baktım. “Atalım” diyorlar Uzun bir yere bakma arası verdikten sonra Aklıma binlerce şey üşüştü. Evet, bir ev vardı ama başka bir şeyi yoktu . Kendini tedavi ettirmekten acizdi, birkaç kez görüşmek zorunda kaldığım ve ilgisizliği öfkemi kabartan kardeşinden de hayır yoktu. Ne olacaktı sanki sosyal bir devlette mi yaşıyordukta sokağa birini daha salacaktık. Peki ya her biri zamanında gelen elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanlara ne diyecektik. Adam işe gelmiyor kafasına göre takılıyor bir müsamaha bir müsamaha. Birden kelimeler ağzıma üşüştü ve ya taydaşımla beraber;

-Yok,duralım biraz, başka çare bulalım. çıktı ağzımızdan.

Erken emeklilik, malulen emeklilik nasıl yaparız fikirleri ise bize vicdansız en bir üst müdürden geldi. Araştırdı karıştırdı beni de sonuna kadar uğraştırdı. Üç aylık tedavi sonrası elime aldığım,altı aylık istirahat sonrası yeniden değerlendirilerek maluliyetine karar verileceğini açıklayan rapordaki bulgular : karaciğer fonksiyonlarının bozukluğu, algıda zayıflama v.s. v.s. Resmi yazılardan sonra karşıma gelen ufacık kalmış, kafası kel kesik kesik konuşan nazenin. Yine erkek yataydaşlarının bin türlü nasihat ile emekli edildi ve yalnızlığına yollandı. Emekli ikramiyesi, her tür nakit bir ayda eridi arada bir evimi satacağım haykırışlarından başka bir ses çıkmaz oldu. Ve sonunda o telefon geldi: “... hanım ben hastanedeyim, ölüyorum.” Allahım neden ben? Vicdanlı görünmemek, ciddiyetimi korumak adına, mesafeli yaklaşımlarım hepsi gene çöp oldu. Ne diğer arkadaşlarını, ne onu toplayıp gelen erkek yataydaşlarımı aradı . Yukarılarda veya aşağılarda neler yapıyor,kim bilir ? Kulağıma hikayeler fısıldıyor, geçmişteki hayat kırıntıları, iç sesim gene fısır, fısır ve döküldü, şekle büründü, şimdi içimdeki sızı............

10 Temmuz 2007 Salı

Düşünceler-Bertrand Russell-Cem Yayınevi-1972

Woodrow Wyatt :Lord Russell, siz pek mutlu bir insana benziyorsunuz. Her zaman böyle miydiniz?
Lord Russell :Yo... Hiç de değil. Mutlu ve mutsuz olduğum zamanla oldu. Bereket versin, yaşlandıkça mutluluk zamanlarım uzuyor gibi.
Wyatt: En mutsuz çağınız hangisi oldu?
Russell :Ergenliğimde mutsuz, ama çok mutsuzdum. Mutsuz ergenler çoktur sanırım. Dostum, konuşacak insanım yoktu. Öyle gelirdi ki bana, hep kendimi öldürmek istiyorum da zor alıkoyuyorum kendimi bu işten. Oysa, hiç de gerçek değildi bu. Her halde pek mutsuz olduğumu kendim uyduruyordum. Ama, bunun pek uydurma olmadığını, gördüğüm bir düşten anladım. Çok hasta, ölmek üzere olduğumu gördüm düşümde. İşin tuhafı, başımın ucunda profesör Jowett vardı, Balliol kolleji hocası ve Platon çeviricisi, pek bilgin bir aile dostumuz. Cırlak ve acı bir sesi vardı. Düşümde, pek duygulu bir sesle dedim ki ona: Ne de olsa bir avuntusu var insanın. Yakında kurtulacağım bu işten.» «Hayattan mı demek istiyorsun? diye sordu. Evet, hayattan dedim. «Biraz daha yaşlanınca böyle saçma lâflar etmezsin dedi. Uyandım ve bir daha böyle saçma bir lâf etmedim.
Wyatt : Mutlu zamanlarınızda, mutluluğa bile bile mi kavuştunuz, yoksa rastgele mi?
Russell : Yalnız çalışmalarım konusunda bile bile mutlu olmuşumdur. Hayatımın üst yanını itilere, raslantılara bıraktım. İşimde bilinçli bir yol tuttum ve dilediğimi de oldukça iyi başardım.
Wyatt :Mutluluğu itilere ve rastlantılara bırakınca, bu iş yolunda mı gider sanıyorsunuz?
Russell :Bana kalırsa, büyük ölçüde talihe ve işlerinizin gidişine bağlıdır bu iş. Erginliğimden bir hayli sonra, korkunç bir mutsuzluk sürem oldu. İşimi yürütebilmek için çözülmesi gereken bir probleme saplanıp kalmıştım. İki yıl, bir adım ilerlemeden bu problemle cenkleştim. Belâlı bir şeydi bu.
Wyatt :Mutluluğu yapan öğeler nelerdir sizce?
Russell :Dört öğeyi en önemliler sayarım: Bunların birincisi sağlıktır belki, ikincisi yoksulluğa düşmiyecek kadar varlık, üçüncüsü yakınlarımızla iyi geçinme, dördüncüsü de işde başarı.
Wyatt Sağlığı alalım. Ne diye sağlığa bu kadar önem veriyorsunuz?
Russell :Bâzı hastalıklar vardır ki onlara tutuldunuz mu, mutlu olmak gerçekten zordur, sanıyorum. Kimi hastalıklar düşünceyi etkiler ve bütün rahatınızı kaçırır. Kimi hastalıklara yiğitçe göğüs gerilebilir, kimilerine gerilemez.
Wyatt :Sizce sağlik mı mutluluğu getirir, mutluluk mu sağlığı?
Russell :Bana kalırsa, önce sağlık mutluluk getirir ama, öbür türlüsü de olur. Bence, mutlu kimsenin, mutsuzdan daha az hasta olması beklenir.
Wyatt :Şimdi ikinci öğeyi alalım. O neden önemli?
Russell :Alıştığınız yaşama koşullarına göre değişir. Eğer az, çok yoksül yaşamaya alışmışsanız, fazla bir gelire ihtiyacınız olmaz. ama, pek zengin yaşamaya alışmışsanız, geliriniz çok büyük olmadıkça mutsuz olursunuz. Yâni, alışık olduğunuz hayata bakar bu.
Wyatt :Geçim kaygısı, para kazanma tutkusuna da kayabilir değil mi?
Russell :Çok kolay kayabilir, çoğu zaman da böyle olmuş- tur. En zengin kimselerin Yoksullar Evinde ölme korkusuyla yaşadikları görülür.
Wyatt :Fazla para insanı hiç de mutlu etmeyebilir.
Russell :Tabiî, etmeyebilir, hiç etmeyebilir. Neden etsin? Bence paranın insanı yalnız geçindirecek kadarı istenmeli. Para üzerinde fazla düsünmemelisiniz. Fazla düşünmek zorunda kalırsanız, rahatınız kaçar.
Wyatt :Üçüncü öğe, yakınlarımızla iyi geçinme demiştiniz. Önem bakımından, üçüncü mü gelir sizce bu?
Russell :Hayır, hayır. Benim başıma gelenlere bakarsanız, önem bakımından birincidir bu, ya da sağlıktan hemen sonra gelir.
Wyatt :Bununla ne demek istediğinizi biraz açıklar mısınız:
Russell :Yakınlarımızla iyi geçinmekten ne anladığımı mı?
Wyatt : Evet
Russell : Ne demek istediğimin pek açık olduğunu sanıyorum: Kimine göre, dostluk, kimine göre aşk, kimine göre çocuklarına bağlılık. Bütün kişisel, içten yakınlıklar. Bunlarda rahatlık yoksa, hayat da bir hayli güçleşir.
Wyatt :İşe gelelim. İşde başarının önemi üstüne ne diyorsunuz?'
Russell . Ateşli insanlarda işin önemi çok büyüktür. Kimi insanlar uyuşuktur ve işlerine pek aldırmazlar. Biraz olsun ateşli bir insansanız, ateşinize bir amaç gerek. İş, bu amaçtır- işte. Tabii, iş başarısız olunca, mutluluk getirmez. Ama başarılı olunca, bütün gününüzü doldurur ve mutluluğunuzu bir hayli arttırır.
Wyatt: Her türlü iş sağlar mı bunu
Russell :Sağlar. Kimi işlerin belâlı olması durumu değiştirmez. Demek istiyorum ki, eğer siz bir Politbüro üyesi iseniz işiniz biraz tehlikeli olur ama...
Wyatt :Ama, bu türlü işleri seven için yine de bir coşkunluk sağlar.
Russell :Evet, bu türlü işleri seviyorsanız, mesele yok.
Wyatt :İşin büyüklüğü küçüklüğü önemli değil midir?
Russell :Hayır. Yaradılışınıza bağlıdır bu. Kimi insan yalnız büyük işler başarınca mutlu olabilir, kimisi de ufak tefek başarılarla mutlanabilir, yaradılışına göre. Ama, iş sizin güçlerinizle dengeli olmalı ki başarı sağlıyabilesiniz.
Wyatt :Bu dediğiniz, insanı şöyle bir düşünceye götürebilir: Kimi insan tembellikle de mutlu olabilir, birazcık işle yetinebilir.
Russell :Doğru. Ama, pek o kadar mutlu olamazsınız. Benim tecrübelerime kalırsa, zor bir işi başarmanın getirdiği mutluluk çok, ama çok büyüktür. Tembel insanlârın böyle bir keyfi tâdabileceklerini sanmıyorum.
Wyatt .Daha az akıllı olmakla daha keyifli bir hayat süreceğinizi söyleseler, ne dersiniz?
Russell :Böyle bir keyfi istemem, derim. Biraz daha akıllı olayım da, keyfimin daha az olmasına razıyım. Ben akıldan yanayım.
Wyatt :Felsefe mutluluğa yardım eder mi, sizce?
Russell :Felsefe ile ilgilenirseniz ve bir işi de iyi yaparsanız, eder. Başka türlü etmez. Ama duvarcılık da '''. mutluluğa yardım eder... tabii, iyi bir duvarcı isenız. !, Her hangi bir işi yapmak mutluluk getirir insana.
Wyatt :Mutluluğa karşı koyan etkenler nelerdir?
Bussell :Söylediklerimizin dışında bir çok etkenler daha vardır. Mutluluğa karşı olan şeylerden biri kaygıdır. İşte, benim yaşlandıkça daha mutlu olmamın nedenlerinden biri de budur. Gittikçe daha az kaygılanıyorum. Kaygılarıma pek yararlı bir çare buldum: Önce şöyle düşünmek: •Şimdi başıma gelecek en kötü şey nedir?... Sonra ,söyle düşünmek .Bundan yüz yıl sonra, hiç de o kadar kötülüğü kalmayacak bu işin. ', Belki hiç lafı bile edilmeyecek.. Gerçekten böyle düşünebildiniz mi. pek o kadar kaygılanmanız artık. ''., Kaygı, başıma gelebilecek tatsız olaylara göğüs germemekten ileri gelir.
Wyatt :Siz kaygılarınızı dilediğiniz gibi önliyebilir mısınız
Russell :Büsbütün önleyemem, büyük ölçüde önleyebilirim
Wyatt :Sizce hasedin bu işde ne payı var
Russell: Ha, haset.. evet. Bir çok kimse için korkunç bir '' mutsuzluk kaynağıdır bu. Ressam Haydon geliyor aklıma. Çok iyi bir ressam değildi ama. olmak istiyordu. Günce tutardı. Şöyle diyor bir yerinde: .Kendimi Rafaello ile karşılaştırıp berbat bir sabah geçirdim..
Wyatt:Bu haset konusunu biraz açıklar mısınız?
Russell :Bana öyle geliyor ki, mutlu olabilmek için çok şeyleri olan nice insanlar vardır, başlarında biraz daha. fazla şey olduğu düşüncesiyle üzülürler: Başkasının daha iyi bir otomobili, daha hoş bir bahçesi olduğunu sanırlar, ya da rahat bir iklimde yaşamanın ne kadar hoş bir şey olduğunu düşünürler, bilmem kimin kendilerinden daha çok tanındığına ve buna benzer şeylere üzülürler. Tadabilecekleri şeyi tadacaklarına, başkalarında benden çok şu var bu var diye keyiflerinden olurlar. Oysa, buna aldırmamaları gerekir.
Wyatt:Evet ama, haset şu bakımdan iyi bir şey olabilir: Sizden daha iyi iş çıkarıyor diye birini kıskanırsanız, bu sizi daha iyi çalışmağa itebilir.
Russell:Evet, daha iyi çalışmaya itebileceği gibi, daha kötü iş çıkarmaya da götürebilir bence. Üstelik de, başka birinin işine burnunuzu sokmaya kalkışmış olursunuz. Başka birini aşmanın iki yolu vardır: Biri, kendinizi ilerletmek, öteki de, o adamı geriletmektir.
Wyatt :Peki, ya can sıkıntısı?... Can sıkıntısının da önemi var mı sizce?
Russell :Var, hem de çok var bence. Can sıkıntısının sadece insanlara özgü bir şey olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü, Hayvanat Bahçesinde maymunlara baktım. Onlar da can sıkıntısının ne olduğunu biliyor gibiydiler. Ama, bana kalırsa, öteki hayvanların canı sıkılmıyor. Bence can sıkıntısı bir zekâ belirtisidir ve Can sıkıntısının da bir önemi çok büyüktür. Vahşilerin uygar insanlarla yan yana gelir gelmez ilk istedikleri şeyin alkol olmasından da bunu anlıyoruz. Alkolü Kutsal Kitap'tan, İncil' den, hattâ mavi incik boncuklardan bile fazla istiyorlar. Neden istiyorlar? Can sıkıntılarını bir an olsun dağıtsın diye.
Wyatt :Peki, iyi bir öğrenim görmüş insanlarda, örneğin, kızlarda can sıkıntısını nasıl önleyebiliriz? Kızların, evlenince ev işlerinden başka yapacak şeyleri kalmıyor.
Russell :Toplumun düzeni kötü de ondan böyle oluyor. Bana kalırsa, bu düzeni bireysel davranışlar değiştiremez. Ama, çağımız için, verdiğiniz örnek çok önemli. Bizim doğru dürüst bir toplum düzenimiz yok. Çünkü, olsaydı, kadın erkek herkes yararlı yetilerini ortaya koyabilirdi. Günümüzün iyi okumuş kadınları evlendikten sonra yetilerini geliştirmiyorlar. Ama bu, toplumsal düzenimizin bir sonucudur.
Wyatt :Belli işleri yaparken kendi nedenlerimizi anlâmak ve böylece kendi kendimizi aldatmaktan sakınmak mutluluğumuza ne ölçüde yardım eder?
Russell: Bana kalırsa çok yardım eder. Çok kimse bir tek ya da bir küme insana kin bağlar, bu kinin de yüksek bir ülkücülükten geldiğini sanır. Aslında, hiç de öyle olmayabilir. Bunu kavrasalar, bence daha mutlu olurlar.
Wyatt :Bir çok insan, kendi kendilerini aldatarak mutsuz olmuyor mu, sizce?
Russell :Oluyor, çok insanlar oluyor.
Wyatt :Başınız belâdayken, örneğin hapisteyken, mutlu olmak sizce mümkün mü? Siz de hapse girdiniz, bilirsiniz.
Russell :A... bakın ben çok iyi vakit geçirdim hapiste. Ama, tabiî, birinci bölümdeydim. Oradakiler hapis hayatının her zamanki sıkıntılarını çekmezler. Ama genel olarak, hapis hayatı, kafasıyla çalışmaya alışık bir adam için çok güçtür. Bir el işine alışmışsanız güçlük azalır. Çünkü, o zaman düşünce hayatınızdan fazla bir şey eksilmez.
Wyatt :Hapis ne zaman daha sıkıntılıdır? Sizin gibi yüksek bir dâva uğruna hapse girince mi, yoksa hakkedip de girince mi?
Russell :Elbette ki benim gibi girince. Demek istiyorum ki, eğer çatal kaşık çaldığım için aynı cezaya çarpılmış olsaydım mutsuzluğa düşerdim adam akıllı. Çünkü... şey... kepaze edilmeği haketmiş sayardım kendimi. Ama, ben kendimi hiç de kepaze edilmiş saymadım.
Wyatt :Sizinki sade prensip meselesi olduğu için mi?
Russell :Evet
Wyatt Uğrunda yaşayacağımız davalar bizi mutlu edelibilirmi, sizce?
Russell :Az çok bir başarı sağlıyabilirsek, evet. Dâvalarında hiç başarı sağlıyamıyanlar mutlu olamazlar ama, az çok başarı sağlıyanlar, az çok mutlanabilirler. Şimdi, bir başka konuya geçmek istiyorum. O da şu: Kendi işinizin dışına çıkan ilgiler, hele insan yaşlandıkça, çok önemli bir yer alır. İlgileriniz ne kadar az kisisel olursa, kendi hayatınızı ne kadar aşarsa, hayatınızın yakında biteceği kaygısı o ölçüde azalır. Bence bu, yaşlılıkta çok önemli bir mutluluk öğesidir.
Wyatt :Uzun yaşama ve mutlu olma üstüne insanların salık verdikleri reçetelere ne diyorsunuz?
Russell :Uzun yaşamak bir hekimlik sorunudur. Bunun üstüne bir düşünce ileri sürmek istemem. Bu reçetelerin savunucuları durmadan yazı, kitap yollarlar bana. Onlara bakarsınız, verdikleri ilâcı alır almaz saçlarım yeniden kararacak. Benim işime gelmiyor bu. Çünkü, şunu anladım ki: Saçlarım ne kadar aklaşırsa, insanlar söylediklerime o kadar kolay inanır olurlar.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Eminönü’nün Faunası Florası

İstanbul’un tarihi yarımadası, en eski İstanbul’u sevgili Eminönü, vapurdan bakıldığında izbe bina öbekleri, göğe uzanan camileriyle “Burada bitki hayvan örtüsü de olurmuymuş canım!” dedirtir. Alt geçitlerden, kafanızda uçuşan helikopterler, yerde sürünen komonda askercikler, Sharika şarkılarıyla kıvıran oyuncak bebekleri geçtiğinizde, Yeni caminin serin çınarları bekler insanı. Yeni caminin Mısır çarşı kapısında ise romantik kliplerin vazgeçilmezi kıçı boklu güvercinler yem satıcılarının yanında habire tıkınırlar. Gezmeye alışverişe gelmiş insancıkların çocukları merakla bu sarsak canlıları kışkışlasa bile üç saniye sonra, belki de dört yüzyıldır anasının atasının bikbiklediği yerde bikbikleyip gezerler. Sayıları ne artar ne azalır güvercinlerin . Altı senedir göz kararı yapılan nüfus sayımlarından çıkarılan sonuç odur ki, müthiş bir doğum kontröl yöntemiyle geometrik nüfüs artışı teoremlerini çürütmüşlerdir. Mevsimsel değişimler, metrekareye düşen çeyizlik çıtırlar ve yedi sülaleleri, sabahları rehber dinleyip, akşamüstü parfüm satıcılarının elinden kaçmaya kalkışan Malezya, Hindistan Japonya, İspanya, Almanya vatandaş kalabalıkları etkilemez burayı. Yeni caminin arkasında ise yamuk yumuk budanmış çınarların dibinde, Zemzemaki otu tohumu, kanarya, köpek yavrusu ve bilumum zevat satan dükkanlardan, özellikle sabahları gelen havlamalar ve cıvıltıları ile Yeni caminin kedileri vardır. Kafeslere tıkılmaktansa sabahları süpürülmüş çay bahçesi önlerinde, güneşe karşı serilip oralarını buralarını yalarlar. İki adım öteleri kuru kedi maması doluyken, bu kediciklerin çoğu sıska uzun suratlıdır. Baskın Bir tekir veya Sarman Şerafetinin yokluğu bu zümreyi rengahenk kılmıştır. Ancak, Mısır çarşısının girişinde, azametli siyah beyaz, bakımlı umursamaz haliyle sağa sola hava atar. Tırmık mırmık atmaktansa,“Hadi len! Benim karnım tok.” bakışıyla elinizi uzattığınızda,size kendini akıllı uslu sevdirir. Mısır çarsı çıkışında ise binalar üstünüze yürür. Yürürler fekat, doğa her zamanki azmiyle, eski bakımsız hanların arasından çıkmış otlarla size kendini hatırlatır. İki yıl önce kafamı kaldırıp bir hanın üçüncü katından fırlamış incir ağacını gördüğümde “Hey taşa binaya can veren Allah’ım, bugün ben bunu da gördüm!” diyebilmiştim. Neden fotoğrafını çekmedim bilemiyorum lakin, bu gözler miyop olmasına rağmen inciri gördü. Binaların içinde sıkılan ve daralan yeşilseverler ise özellikle bahar aylarında işyerlerinin en üst katlarına çıktıklarında hoş bir sürprizle karşılaşır. Yine yeşillenmiş fındık dalları yerine “yine yeşillenmiş bizim buranın damları” diyebilirler.Baharda Aşirefendi caddesinin hemen başında kurulu dükkanların tepesi yemyeşildir.

Birde kendini hiç göstermeyen minicik kuşları vardır buraların, sadece seslerini duyarsınız. Martıların gürültüsü ulaşmaz denizinden uzaklaşıldığında, bu minicik kuşların cıvıltıları ofis pencerenizi açtığınızda ezan ve satıcı sesleriyle odaya dolar.

Turistik mekan olduğundan mıdır nedir belediye köpek yaşatmaz buralarda. Sadece Sirkeci tarafında, İstanbul Ticaret Odasının arka sokağındaki kasetçinin önünde ihtiyar sarı boz bir köpek yatar. Gelirim giderim kış geçer yaz gelir bozo aynı yerde şömine önü postu gibi sabittir.

Eminönü’nün faunası şenlendiren nadir ofis hayvanlarıda mevcuttur. Yalnız, sağlık açısından pek faydalı bulunmayan bu canlılar için her ay ilaçlanırsınız. Soyu bitip tükenmeyen fareler, akrepler, böyle bir canlı türü varımıdır bilemem ama; halı pireleri ortamı şenlendirir. Kaşınmaktan bir halolmuş elemanlarınız daha fazla halı yıkanması, daha fazla ilaçlanma için size acıklı gözlerle bakar. Mahlukattan bıkmış bir yönetici olarak siz de en bir baş müdürünüze gidip, Aygır Deresi, Sülüklü Göl kırsalında gezmenize rağmen kuş gribine yakalanmış ördek veya kene gibi popüler canlılarla karşılaşmadığınızı ama ofisinizdeki haşarattan gına geldiğini iletirsiniz. Orta karar yönetici olmanın verdiği sorumlulukla, memur müdür v.s. kadrosu dışındaki sekreter, doktor, şoför içeriğindeki “diğer” kadrosundaki doktor boşluğunu bir adet Sarmanla doldurmayı önerirsiniz. Aldığınız yanıt ise basittir. “İnsan Kaynaklarının Sarmanlara yönelik performans değerlendirme Uygulaması yok. “

5 Temmuz 2007 Perşembe

Anadolu'nun bilinmeyeni
Anadolu'nun bilinmeyeni benimde tarihin en çok ilgimi çeken bölümü. İlgimi çeken Urartular,Hititler değil, arkeoloji onlarla ilgileniyor . Ancak, Doğu Roma dediğimiz belki de İsa 'nın doğumu sonrası başlayıp,M.S.1200 veya M.S.1300 yıllarına kadar giden dönem. Doğu Roma ancak nasıl bir Doğu Roma ? Rum medeniyetini dili kabul etmiş gibi gözüken ama içinde Ermeniler,Süryaniler gibi belkide Batı ile ortak noktası din olan kendi içinde farklı ibadet şekillerini inançları barındıran, bugün olduğu gibi dünde çeşitlilik üzerine kurulu bir ülke. "Başlangıcından 1071'e Ermeni Tarihi", RENÉ GROUSSET, Aras Yayıncılık,Mart 2005 bu konuda elimi attığım kitaplardan biri ama okudukça bu dönemi anlatacak diğer kaynakları da bulabileceğimi düşünüyorum. Söz konusu kitap tanıtımında da yer aldığı üzere "Ermenilerin kurduğu krallıkların, prensliklerin, beyliklerin, Ermenilerin Hıristiyanlığı kabulünün ve Ermeni Kilisesi’nin tarihi gibi konuları" incelerken yeterli ama günlük yaşam ve kültürü aktarması bakımından yetersiz geldi. Diğer taraftan bozkırda veya doğuda ücra bakımsız olarak nitelendirdilebiliren Van, Muş, Kars, Erzurum, Erzincan, Bitlis, Malatya, Diyarbakır, Siirt, Urfa, Sivas, gibi şehirleri bir zamanların prenslik ,derebeylik başkentleri, olarak okumukta farklı.

3 Temmuz 2007 Salı

denemebirikikik